Sanayi, yani ülkenin endüstriyel üretme gücü, imalat gücü dokunduğu yeri değiştiriyor ve geliştiriyor. Dünyada da böyle, ülke içinde de böyle. Bugün Türkiye’nin sanayisi gelişmiş kentlerine baktığımızda, bu hamlelere başlamadan önceki durumları ile dağlar kadar farkları olduğunu görürüz. Refah anlamında fark var, sosyal gelişmişlik anlamında fark var. Çünkü sanayi dokunduğu yeri değiştiriyor ve geliştiriyor. Gaziantep, Kayseri, Konya; Anadolu kaplanları dediğimiz bu iller sanayi hamlelerinden önce sıradan kentlerdi. Bugün marka sıfatıyla anılıyorlar. İzmir ve Ege incir ve üzüm sattığı günlerde neydi, bugün sanayi temelli büyüme ile ne durumda? 40 yıl önce Bursa sembolik bir Osmanlı başkenti olmasının ötesinde, tarihi bir değerin dışında ne idi, bugün Bursa’nın gücü nedir ve neden dolayıdır? İstanbul hinterlantındaki Trakya ve İzmit Körfezi’nin sanayi gücü olmasa bugünkü İstanbul olur muydu? Aynı şey Mersin ve Adana için de geçerlidir. Mersin’i ve Adana’yı büyüten şey nedir? Evet, sanayi dokunduğu yeri gerçekten değiştiriyor ve geliştiriyor. Refah oluşuyor, istihdam oluşuyor, yan sanayi ile KOBİ’ler gelişiyor, ticaret artıyor ve sosyal yaşam kalitesi artıyor. Eğer 80 milyona yaklaşan genç bir nüfusunuz varsa üretim, yani sanayi temelli bir büyüme kaçınılmazdır. Üretmeyen bir Türkiye’nin sağlıklı bir ekonomik geleceği olamaz.
Bu durum dünyada da aynıdır ve bundan dolayı gelişmek isteyen ülkeler sanayi yatırımlarına önem vermiştir. İşte bu yarışa aynı seviyede ve aynı yıllarda başladığımız Güney Kore… Neydi, ne oldu? Güney Kore’ye bu sıçramayı sağlayan şey neydi? Bu öyle bir savaş haline geldi ki, artık küresel anlamda sanayi üretiminde ilk 15 ülke içinde girmek bir gösterge haline geldi. Aşağıdaki tabloda ülkelerin yıllara göre sanayi sıralamaları var. Türkiye’nin bir zamanlar bu listede yer alırken, bugün neden olmadığı düşünülmelidir. Kazanımlarımızı, gösterdiğimiz gelişmeleri yok saymadan ve küçümsemeden, eksiklerimizin neler olduğunu sorgulamalıyız.
Yukarıdaki tabloya baktığımızda, 80’li yıllarda ilk 15 içinde olmamamıza şaşırmıyoruz; çünkü 80’li yıllarda Türkiye bir tarım ülkesiydi. Sanayi elbette vardı ama ülke çapında baskın bir sektör değildi. Daha çok kamu desteğinde yapılan yatırımlar vardı. Yani, serbest piyasanın işlemediği, sanayi girişimcisinin yaratılamadığı yıllardı. İçine kapanık bir ülkeydik. Rahmetli Özal’ın iktidara gelmesiyle Türkiye yeni bir döneme girdi, yeni bir büyüme hedefi koydu. Artık sanayi ve ihracat kavramı özel sektörün alanı haline gelmeye başladı. Kısa sürede Türkiye büyük atılımlar yaptı ve 90’lı yılara kadar gösterdiği bu atılımla Türkiye ilk 15 ülke arasına girdi. Ancak, 1990 ve 2000 yılları arasındaki siyasi istikrarsızlıklar ve stratejilerin doğru oluşturulmaması 2000’li yıllarda Türkiye’nin sanayi ligindeki düşüşünü başlattı. Teknolojiye, ar-ge’ye, mesleki eğitime önem verilmemesi de bu olumsuz gidişatı tetikledi. Birçok ülke geleceği düşünerek yatırımlar yaparken biz, günü kurtarmaya çalıştık. Sanayi ülkenin önemli bir sektörü olmaya devam ettiyse de düşük ve orta-altı teknoloji ile katma değer yaratmayan bir üretimle 2000’lere gelindi. 2000’li yılların başında uzun süre kalıcılığını sürdürecek bir siyasi istikrar ve tek partili bir hükümet gücü yakalandı. Bu aslında millet olarak, ekonomi dünyası olarak özlediğimiz bir şeydi. Ülke artık siyasi çatışmalarla, politikanın baskısı altında yaşamak istemiyordu. Bu süreç günümüze kadar önemli kazanımlar getirdi. Öyle ki, bu süreçte bu Millet ve kurumlarımız bir darbe teşebbüsünü bile engelleyecek bir demokratik olgunluğa eriştiğini ispat etti. Peki, politik istikrarsızlığın olduğu dönmelerde sanayi üretiminde ilk 15 içinde yer alan Türkiye, 2000- 2016 döneminde, böylesi güçlü bir dönemde, neden ilk 15 liginde değil?
“Kamu ve özel sektör işbirliğiartmalı”
Bizce bunun temel nedeni kamu ve özel sektörün daha yakın bir iş birliği içinde çalışmamasıdır. Son zamanlarda sanayi ile ilgili önemli paketler hazırlandı ancak bu paketlerin içeriği sanayicilerle işbirliği içinde hazırlanmalıdır. Türkiye artık 80’li yılların Türkiye’si değildir. Özel sektörde dönüşüm olduğu gibi, aynı dönüşüm kamuda da olmalıdır, bürokrat profilinde de olmalıdır. Türkiye sanayisi birinci nesil reformları çoktan tamamlamıştır. Artık ikinci nesil reformlara geçmek zorundayız. Ancak, bunun yolu bir orkestra gibi çalan, uyum içinde ve iş birliği ile çalışan bir kamu-özel sektör vizyonundan geçmektedir. Öte yandan, ülke siyaseti de toplumu aynı hedeflere kilitlemeyi başarmalıdır. Konuşma değil, icraat zamanıdır. Konuşmak ve farkındalık yaratmak birinci nesil reformların işidir ve biz o aşamayı geçtik. Artık bizim inovasyon konuşmayı bırakıp inovasyon yapmamız gerekiyor. Artık bizim ar-ge’yi konuşmayı bırakıp ar-ge yapmamız gerekiyor. Ve bunu bütüncül olarak yapmamız gerekiyor. Özel sektör sanayi 4.0’a geçmenin yollarını ararken ve bunu bazı sektörlerde gerçekleştirirken, eğitim dünyamızın, meslek liselerimizin hatta üniversitelerimizin bunun arkasına kalması düşünülemez, kamunun hızının, bürokrasinin vizyonun bunun arkasında kalması düşünülemez. Onun için daha çok iş birliği ortak hedefleri ortaya koyması anlamında hayatidir. Bunlar olmadan üreten bir ülke olmak zor. Kürekleri aynı yöne çeken kurumlarla dolu bir ülke, ortak hedefleri olan bir ülke bu vizyonun birinci maddesidir. Kamu olsun, özel sektör olsun kurum ve kuruluşlarımız bir birinin rakibi değil, payandasıdır. Biri olmazsa diğeri olamaz…