Son 20-25 yıldır Türkiye ekonomisinin gelişme hızı ve yönü değerlendirilirken hep bir Güney Kore örneği gündeme getirilir. Kısmen doğru bir karşılaştırmadır. 80’li yıllarda Türkiye ile hemen hemen aynı milli gelire sahip olan Güney Kore ekonomik anlamda doğru kararları vererek, teknik eğitime ve ar-ge’ye önem vererek, doğru sektörleri belirleyerek Türkiye’yi geçmiş ve bir dünya ekonomisi olmuştur.
Bu anlamda kendimizi olumsuz anlamda eleştirirken Güney Kore 30 yılda bunları yaptı, biz yapamadık sonucu çıkartırız. Kısmen de doğru bir bakış açısıdır. Ancak, doğru kriterler bakımından incelendiğinde ve olaya sadece başlangıçtaki milli gelir seviyesinin eşitliğinin dışındaki kriterler anlamında bakıldığında, aslında Çin bu açıdan Türkiye’nin gelişimine daha paralel bir seyir izleyen ve bu bakımından “rol-model” anlamında daha çok izlememiz bir ülke gibi görünüyor.
Türkiye ve Çin birer imparatorluk bakiyesi…
Bizi, ekonomik gelişme süresi anlamında “Türkiye-Çin” karşılaştırmasına götüren etmen ve kriterlerin ne olduğunu soracak olursanız bunu şu noktalardan açıklayabiliriz: Öncelikle hem Türkiye hem de Çin bir İmparatorluk geçmişi olan, imparatorluk tarihi olan iki devlettir. Yani, bu iki devlette dünkü çocuk değil. Büyük coğrafyalara hükmetmiş devletler. Her iki devlette başlangıçta ciddi birer tarım devletidir. Yani, temelde ekonomileri aynıdır. Hem Türkiye hem de Çin imparatorluktan Cumhuriyete geçerken ciddi bir girişimci sınıfı olamayan iki ülkedir; yani başlangıçta, devletin kurduğu tesislerle, devletin kurduğu bir sanayi ile ekonomisini dönüştürmeye çalışan, girişimci sayısı yetersiz iki ülkeden bahsediyoruz. Her iki ülkenin de Cumhuriyet rejimine dönüştükten sonra serbest ekonomiye geçme çabaları var. Bu anlamda, benzer yapısal eksikleri var. Çin’in son zamanlarda -Türkiye’ye göre çok daha devletçi olmasına rağmen- kendisini serbest ekonominin ve küresel ekonominin parçası yapacak olan yapısal reformları bizden çok daha hızlı gerçekleştirdiği ortada. Bu yapısal reformlardır ki Çin’i yabancıların yatırım yaptığı bir yer haline getirmiştir.
Serbest Piyasa Ekonomisi devleti ekonomide sıfırlamak değildir…
Diğer yandan hem Çin hem de Türkiye serbest Piyasa Ekonomisine geçerken özelleştirmeye önem vermişler ve Kamu İktisadi Teşekküllerini (KİT) özelleştirmişlerdir. Sadece, Çin bizden daha dengeli bir özelleştirme gerçekleştirmiş, ülkenin stratejik alanlarını ya devlette bırakmış, ya da mutlaka bir ölçüde bu kurumların bir parçası olmayı sürdürmüştür. Çin, kamu teşekküllerini olur olmaz şekilde özelleştirmektense, stratejik olanlarında kurumsal ve yönetimsel iyileştirmelere gitmiştir. Bu anlamda hala Çin’in en büyük 500 şirketinin 131 tanesi devlete ait ve dahası ciroları 8 Trilyon Dolardır. Yani, Çin’in mili gelirinin %30’unu üretiyorlar. Burada bizdeki sorun KİT’lerde bu kurumsal ve yönetimsel reformlar doğru yapılamadığı, verimlik ve karlılık yerine siyasi çıkarlar merkeze alındığı için, ne yazık ki tekel durumundaki bir KİT’İn bile zarar ettiğine şahit olduk. Yani, ülke olarak şunu kaçırdık, serbest piyasa ekonomisi devletin sıfırlandığı bir ekonomi değildir. Devlet olmadan ekonomi olur mu? O zaman neden hala teşvik denen şey var; neden hala sübvansiyon var, neden hala devlet destekleri var? Bu noktada Çin bu dengeyi iyi kurmuş. Bunun arkasında da yasaların doğru yapılması, uygulamaların doğru yapılması var. Çin’in serbest piyasa ekonomisini iyi anlaması var. Çin’in son yıllardaki başarısının arkasında ciddi bir girişimci sınıfı yaratma çabası ve kırsal bölgeleri geliştirme yönünde gerçekleştirdiği reformları var. Bu nokta da Türkiye’nin çabaları var ama bir yerde tıkanıyoruz. Sanırım tıkandığımız yer kararlılık ve siyaset üstü yaklaşımların eksikliği. Tıkandığımız yer her alanda olduğu gibi ekonomik gelişmeler anlamında da “kümülatif bilginin” oluşturulamaması ve hükümetten hükümete değişen politikalardır. Her yeni gelişme ve ilerleme bir önceki ilerlemenin üzerine inşa edilir. Aksi takdirde bir ilerleme olmaz. Bizde ne yazık ki hep bireysel düşünme tarzı var. Bir önceki birikimler yok sayıldığı için kümülatif, yani biriken bir deneyim ve temel yok. Bunun nedeni de ne yazık ki siyasi yaklaşımların merkezde olmasıdır. En basit örneği 2015 yılının Bilim alanında Nobel Ödülünü alan ve gurur duyduğumuzu bilim insanımız olan Prof Dr. Aziz SANCAR’In hikayesidir. Neden bilim insanlarımız Türkiye’de çalışırken değil de yurt dışında çalışırken büyük başarışlar sergilerler? Çok basit bir cevabı var: Çünkü Türkiye’de hiçbir alanda kümülatif bir birikim yoktur veya tersten bakarsak her alanda bireycilik vardır. Eğer Newton olmasaydı Einstein olmazdı. İşte büyük bilim insanımız Prof. Dr. Aziz Sancar Amerika’da var olan bu birikimin üstüne yeni bilgiler koyarak bu başarıya ulaştı. Türkiye’de yaşasaydı belki de bu zemini bulamayabilirdi. Ekonomi bundan muaf değildir. Her eski bilgi ve tecrübe, yeniye zemin olmalı ve onu yukarı kaldırmalıdır. Ancak, ülkemizde bu yaklaşım yok. Her şeye sıfırdan başlamakla ilerleme sağlanmıyor. Hukukta da bu aynı, sağlıkta da, eğitimde de, bilimde de, ekonomide de…
Rol-model başka, ideal olan başkadır…
Kısacası “kes-yapıştır” gelişmeler bir yere kadar idare ediyor. Başkasının elbiseleri bize her zaman uymuyor. Türkiye olarak her alanda kendi birikimlerimizi oluşturmak ve bunu kullanmak zorundayız. Burada siyaset olmamalıdır, farklı dünya görüşleri olmamalıdır. Burada bilim temelinde, evrensel doğrularla hareket etmek zorundayız. Akılcılık ve verimlilik esas olmalıdır. Ve bunları yapanlar “insan” olduğunda göre, mutlaka denetim mekanizması işlemelidir. Bu anlamda Çin bence Türkiye ekonomisinin hızla gelişmesi anlamında, yapısal sorunlarımızın çözülmesi anlamında en anlamlı ve en yakından izlemesi gereken rol-modelidir. Şunu diyebilirsiniz; neden Amerika veya Avrupa’nın gelişmiş ekonomilerini rol-model olarak almıyoruz. Onlar bizim için ideal olandır, rol-model değil. Çünkü onlar şu süreçte bizimle benzer sorunlar yaşamıyorlar. Onlar bu sorunları yıllar önce halletmişler. Çin bizim için ideal olan değildir ama benzer sorunları yaşayan ve çoğunu etkin bir şekilde yakın zamanda çözen bir ekonomi olarak, bu süreçte izlememiz ve dersler çıkartmamız gereken bir ülkedir. Yoksa hedefi ulu önder, büyük lider Atatürk zaten koymuş: “Muasır medeniyetler seviyesi”… Bu anlamda bizim eksiğimiz hedefimiz değildir, eksiğimiz uygulamalarımızdır, karalığımızdır ve her alanda siyaset üstü, bilimsel, evrensel yaklaşımlara değer vermemizdir. Aksi takdirde her hükümetin, her dönemin, her iktidarın kendi demokrasisi, kendi hukuku, kendi eğitimi, kendi tarihi, kendi değerleri olur. Biz böylesi belli grupları kucaklayan değil, ülkeyi ve tüm milleti kucaklayan bir değerler sistemi bekliyoruz. İşte o zaman ideal olanı yakalarız.