Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda en çok önem verilen şey bilgi ve eğitimdi.
Çünkü kültürü olmayan hiçbir alanda başarı sağlamanın mümkün olmadığını kurucu atalarımız çok iyi biliyordu. Bilgi olmadan dünya ekonomisine entegre olmayacağını bilen Cumhuriyetin kurucuları, başta büyük lider Gazi Mustafa Kemal olmak üzere, İzmir İktisat Kongrelerini düzenlediler. Ülke çapında eğitim seferberlikleri başlattılar. Üretimin, sanayinin, makineleşmenin ne olduğunu halka anlatmaya çalıştılar. Finansın önemini kavradılar, bankalar kurdular. Bilimsel bilgiyi elde etmeyi ve kullanmayı, bilgisi olana değer vermeyi Cumhuriyetin temeli yaptılar. “İlim Çin’de bile olsa gidin alın” diyen bir inancın çocukları olarak, bu hedefi “Hayatta en hakiki yol gösterici ilimdir” diyerek desteklediler ve devam ettirdiler. Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki 15 yılın başarısı bu işlere siyasetten çok bilimle yaklaşılmasıdır. Ancak, 40’lı yılların dünya savaşı, Türkiye’nin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki o heyecanını kaybetmesi, ülke yönetiminde ve hedeflerine artık bilgiden daha çok korkuların ve güncel olumsuz siyasetin, tartışmaların ülkeyi ele geçirmesi, “muasır medeniyet” hedeflerine ulaşmak için çırpınan o kurucu kitlenin yavaş yavaş bu hedeflerden kopması ve içine kapanması Türkiye’de bir atalete, durgunluğa ve hedeflerde yavaşlamaya neden oldu. Bilgi azaldıkça, bilime verilen önem azaldıkça, basit siyaset gündeme hakim olmaya başladı, ayrışmalar, kutuplaşmalar başladı. Çok partili demokrasinin sadece iktidarı elde etmeye yaradığı zannedildi. Ve 80’li yıllara kadar darbeler, gerileyen demokrasi, her gün artan eğitim açığı, bilim ve bilgi açığı Türkiye’yi bir üçüncü dünya ülkesi haline getirmeye başladı.
DÜNYA İLE ENTEGRASYON KORKULARLA DEĞİL, AKILCI CESARETLERLE OLUR
Turgut Özal ile Türkiye tekrar dünya ile bütünleşmeye, barışmaya, ekonomik anlamda bir ekonomik entegrasyona başladı. Ülkenin sosyal yapısını kucaklayan bir siyasetle yeniden bir hamle başladı. AET ve Ortak Pazar entegrasyon çabaları AB üyeliği sürecine kadar istikrarlı şekilde devam etti. Bu süreçte büyük kazanımlar oldu. En basiti, bir çok kesim eleştirse de “Gümrük Birliği Anlaşması” teknik standartların ve düzenlemelerin uyumlaştırılması yoluyla ticaretin önündeki tarife dışı engelleri büyük ölçüde azaltmış ve maliyetli menşe kurallarına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırarak Türk şirketlerinin Avrupa’nın üretim ağlarına dikey entegrasyonunu teşvik etmiştir. Basit politikalar bu anlaşmaların sadece popülist yanlarını halka anlatır ve kaybedilenleri vurgular. Ama böylesi entegrasyonlarla Türkiye’nin gümrük idaresinin toptan modernize edildiğini; ulaştırma, lojistik ve iletişim alt yapısını olağan üstü geliştirdiğini, bu anlamda Türkiye’nin lojistikte ilk 30 ülke arasına girmesinde büyük rol oynadığını görmezden gelir. Dünyada tek taraflı kazanım yoktur. Elbette her yeniliğin, her anlaşma ve entegrasyonun getireceği olumsuzluklar vardır ama önemli olan artıların eksilerden fazla olmasıdır. Bu sadece bir örnektir. Ekonomik entegrasyon korkularla değil, akılcı cesaretlerle oluşur.
BÜYÜK DEVLETLER POLİTİKALARINDA DEVAMLILIK SAĞLAYANLARDIR
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Dünya Bankası’nın “Türkiye’nin Deneyimleri” başlıklı raporu bu anlamda önemli bilgiler içeriyor. Olaya siyasi değil de bilimsel baktığınızda olumlu ve olumsuz şeyleri görüyorsunuz. Büyük kazanımlarla gurur duymak önemli ve hakkımızdır ama eksiklerimizi görmek de akılcılığın gereğidir. Ben bu rapora iş dünyası gözü ile bakmak istiyor ve bazı konu başlıklarını paylaşmak istiyorum. Rapor doğrudan yabancı yatırımlar (DYY) konusunda Türkiye’nin geçmişe göre daha iyi bir yerde olduğunu ifade ediyor. Orta teknolojide bir tıkanma yaşadığını belirtiyor. Bu, iş dünyası olarak bizim de gündeme getirdiğimiz bir konu. Hükümetimizin de, özellikle Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığımızın adının değişmesi bile bu konuya verilen önemi gösteriyor. İş dünyası, üniversiteler ve kamunun artan bir iş birliği çabası umut veriyor. Finans sektörü eskiden ülkenin zayıf karnıydı. Bugün Türkiye’nin finans sektörü yerli ve yabancı işletmeler için bir güç ve güven kaynağı. Bunun Dünya Bankası raporunda girmesi ekonomimiz adına çok önemlidir. 1999-2001 finansal krizlerin ardından uygulanan radikal makro ve finansal yapılandırmalar finans sektörümüzün dönüm noktasıdır. Daha da önemlisi iktidar değişimden sonra bu disiplinden taviz verilmemesi ve alınan karaların sürdürülmesi başarıyı getirmiştir. İşte en başta vurguladığımız nokta bu dur. İşin içine siyaset değil bilgi girince, bilgiye ve doğrulara önem verilince, devlette devamlılık sağlanınca bu başarılar geliyor. Süreçte Merkez Bankasının, Sermaye Piyasası Kurulunun ve BDDK’nın bağımsızlığının korunması ve buna daha çok önem verilmesi bu başarıları katlayacaktır. İş dünyası olarak buna daha çok önem verilmesini ekonomimiz için hayati bir konu olarak görüyoruz. Şeffaflık, hukukun üstünlüğü, demokrasinin erglerine güven dünyada bizi daha da yüceltir.
EĞİTİM SADECE ZENGİNLİK DEĞİL, SOSYAL HUZUR MESELESİDİR
Son 20 yılda Türkiye’nin tarım istihdamı %25 azalmış, sanayi istihdamı 5 puan artmıştır. Burada özel sektörün olağan üstü dinamizmi vardır. Özellikle son 10 yılda ülkemizde iş kurmak kolaylaşmış, yatırımcılara daha fazla koruma sağlanmış, sınır ötesi ticaret kolaylaştırılmış. Belki “Dünya Bankası İş Kapma Kolaylığı Endeksinde” yerimiz çok parlak değil ama reeldeki yapısal dönüşümler ve bunların yarattığı fırsatlar, Anadolu Kaplanları ile ortaya çıkan yeni girişimci sınıfı ve ekonomi bölgeleri kağıt üzerindeki olumsuzlukları önemsiz hale getirmiştir. Türkiye artık üretim ve sanayide Marmara’ya sıkışmak istemiyor. Hazırlanan politikalar bunu açıkça destekliyor.Yeni ekonomi bölgeleri oluşturmadan refahı Türkiye’ye yayamayacağımızı artık biliyoruz. Şehirler ülke ekonomilerinin motorudur. Dünya Bankası raporuna göre Türkiye dünya üzerinde en hızlı şehirleşme oranına sahip ülkelerdendir. Son 30 yılda kentsel nüfusumuz 35 milyon kişi artmış. Bu göç demektir, vasıfsız insan kaynağının işsiz kalması demektir, kentsel sorunlar demektir. Belki de ülkemizin en temel sorunlarından birisi bu dur; Yani, insan kaynağımızı eğitmek ve yeni yaşamına adapte edebilmek. Konu sadece modern kentler değildir, konu modern insandır… Yani, eğitimli, vasıflı, mesleği olan insan kaynağı. Bu anlamda Türkiye’nin çalışma çağındaki nüfusunun 7 yıldan daha az bir eğitimi var. Gelişmiş ülkelerde bu, ortalama 11 yıldır. Orta okul düzeyindeki bir insan kaynağı, lise veya üniversite düzeyindeki bir insan kaynağı ile rekabet edebilir mi? Bu bizim üretimimize, girişimciliğimize, rekabetçiliğimize doğrudan yansımaktadır. Bu anlamda eğitimde daha uzun vadeli, daha bilimsel politikalar bekliyoruz. Bu konu siyaseti aşan bir bilimdir. Nüfusunun yarısı 30 yaş altı genç bir ülke için eğitim en önemli konudur; sadece zenginlik değil sosyal huzur meseledir. Türkiye demografik yapısını bir avantaja ancak eğitimle çevirebilir.
Dünya Bankası’nın Türkiye Değerlendirmesi olan “Türkiye Deneyimleri” raporunda daha bir çok konu var. Diğer yazımda bunlara değineceğim. Bir çok doğru tespitin yanında, belki de anlaşılmayan bazı noktalar da olabilir ama akılcı insanlar bir üçüncü gözün bakış açışından yaralanabilenlerdir. Ülke olarak başarılarımızla, 100 yıla yaklaşan bu büyük Cumhuriyetin tüm kazanımları ile övünüyoruz çünkü bunun bir parçasıyız. Ancak, eksiklerimizi dile getirmenin de bize güç katacağını, hedeflerimize ulaşma anlamında yarar sağlayacağını düşünüyoruz. Hislerle değil akılcı davrandığımızda; siyaseti bir kenara bırakıp bilgi ve bilimle hareket ettiğimizde elde edilen kazanımları görmeliyiz.